KAYIHAN KESKİNOK
Anadolu’nun çeşitli illerinden gelen,
çoğunluğu altı yıllık yatılı Öğretmen Okulları’nda sanata ilgi içinde
yetişerek seçilmiş gençlerdik. Mimar Kemalettin’in baş eseri,
Cumhuriyetin simgesi Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, Cumhuriyet ve aydınlanma
düşmanlarının taktığı isimle “Kubbeli” Binada devletin koruyucu
kanatları altında öğrenciydik. Birkaç aşamalı, ayırması, kayırması,
torpili, arkası olmayan bir sınav zincirinden geçerek gelen ve bütün
umudu sanat alanında yetişmek olan gençlerdik.
İdeal denen; bu ülke eğitimine ve sanatına katılmak denen bir tutku içindeydik.
Hepimizin gruplar halinde atölyelere dağıldığımız, her atölyenin
kendine özgü disiplinini öğrenmeye, anlamaya ve bir yandan da kendimizi
ifade edebilmenin yollarını sökmeye çalıştığımız yılların başındaydık.
İşte bu dönemde Müdür Muavini olduğunu öğrendiğimiz, kısa boylu,
sarışın, cevval, hepimizin çeşitli sorunlarıyla ilgilenen bir
öğretmenimizi tanımaya başladık. Adı Kayıhan Keskinok’tu.
Kendi
aramızda, elaltı bilgilerle yurt dışından yeni geldiği, Fransızca’yı,
yabancı ressamları, sanat felsefesini çok iyi bildiği gibi bilgileri de
alıyorduk bizden önce gelen üst sınıf öğrencilerinden.
Bazı
arkadaşlarımızın daha ayrıntılı bilgiler de öğrenmesi bizim ona daha çok
yaklaşmamızı, onu daha yakından tanımamızı sağlayacak gece
toplantılarını yaratmamızı sağladı.
“Kayıhan Bey Ihlamuru çok severmiş”.
Baskı atölyelerinde elektirik ocağı vardı ve arada tek lüksümüz olan
çay ve ıhlamur kaynatılıyordu. Bu nedenle hemen ıhlamur kaynatmak için
gerekli ıhlamur, şeker, çay bardağı gibi ihtiyaçlar komün usulü
tedariklendi.
Başta Vedat Can olmak üzere, Yusuf Uludağ, Zeki
Serbest, Şükrü Ergün, Cengiz Çekil, Erol Kınalı, ben ve bazı sınıf
arkadaşlarımızla Kayıhan Beyin nöbetçi olacağı günleri tespit edip
“Ihlamur Partisi” düzenlemeye başladık.
Resmi bir ders
olmadığından doğal bir sohbet atmosferi içinde geçen, bir dakika bile
ilginin, bilgilenme isteğinin aksamadığı, öğretmene karşı en küçük bir
suiistimalin akıldan geçmediği; tamamen öğretmenin öğretme, paylaşma
isteğinin ve öğrencinin bilgiye açlığının sözkonusu olduğu bir “Ihlamur
Partisi”. Kayıhan Keskinok öğretmenimizin uykusuz kalmasına neden olan,
bir özveri örneğiydi bu toplantılarımız. Ama bizim grubumuzun teorik
sanat bilgileri birikiminin kaynağı ve sanat denen serüvenin nasıl
önemli bir süreç olduğunun özümlenmesini sağlayan en önemli etkileşim
ortamı.
Örneğin, “Sanatçı” denen insanın bohem, özentiler
içinde salt kendi egosunun tatmini ile bu alanı seçen insan; sanatın
da “lay lay lom bir eğlencelik” olmadığının, sanatın düşünce boyutunun,
siyasal ve toplumsal sorunların ifadesi boyutunun altının sıkça
çizildiği bir sanat felsefesi dersi gibiydi, toplandığımız her gecemiz.
Ihlamur içmenin bir bahane ve asıl beklentinin kültürel kazanımlarımız
olduğu bir gece. Sanattan, siyasetten, toplumsal yaşamdan, inanç
sistemlerinden, evlilikten, eş seçiminden, insan ilişkilerinden,
ressamlıktan, eğitimcilikten, yurtdışı müzelerden, sanat merkezlerinden,
yeni çıkan sanat kitaplarından bilgiler edindiğimiz, donandığımız bir
ortam.
Kayıhan Keskinok öğretmenimizin nöbetlerini dört gözle
beklediğimiz bu gönüllü eğitim süreci sanat kitaplarının, sanat
sergilerinin, görsel birikim olanaklarının çok sınırlı olduğu bir
dönemde bizleri belli aşamalara taşıyan en önemli beslenme kaynaklarımız
oldu. Aynı zamanda 1960 Devrimi sonrasının sınırlı da olsa özgürlük
ortamı içinde siyasal görüşlerin özgürce konuşulabildiği, körü körüne
tabi olmak yerine, akılcı, sorgulayıcı tartışmalara zemin hazırlayan,
bilinçi ve dengeli bir kültür platformu gibiydi bizim için. Bu nedenle
bu grubun tümü alanında yetkin, bu ülkenin eğitimine, sanatına katkı
verebilmek için çabalayan, sanatı yaşamlarında baş köşede tutan insanlar
oldu, daha sonraki yıllarda, bu elli yıl içinde.
Genç kuşak
için bu anlatılanlar çok fazla bir anlam ifade etmeyebilir, ancak bundan
elli yıl öncesinin sosyolojik, psikoloik, kültürel panoramasını iyi
bilenler için bu anlattıklarımız gönül okşayıcı birer cümle olmaktan öte
pek çok anlam taşır.
Bunda o kuşağın eğitimcisinin,
öğrencisinin, eğitim kurumunun, eğitim yöneticiliğinin ortak idealler,
ortak kaygılar içinde olduğunun da bir göstergesidir. Çağdaş eğitim
denen sürecin bu çabalarla, beklentilerle nasıl bir bilinç hareketi
olduğunun da.
Elli yıldır kendi kapasitesi doğrultusunda sanat
içinde olmaya çabalayan biri olarak pek çok öğretmenimizden, onların
bilgi ve birikiminden yararlanmanın ne kadar önemli bir nimet olduğunu
çok iyi bilenlerdenim.
Bütün öğretmenlerimizin bizlerin
kimliğinde birer izi, damgası var. Adnan Turani, Turan Erol, Mürşide
İçmeli öğretmenlerimizin ilmek ilmek dokuduğu bir kuşağız biz. Her
birinin bjzdeki izlerini tek tek yazıyoruz. Bu öğretmenlerimizden
kazandıklarımız olan sanatın uygulamalı, kuramsal, yaratma süreciyle
ilgili birikimlerimizin üzerine Kayıhan Keskinok öğretmenimizin
kazandırdığı düşünsel ve felsefi bilgilerimiz eklenerek kendimize güven,
yaptığımız işe güven, sanata güven kazandık.
Bu kazanım yaşamımızın her aşamasında bize rehber oldu.
Bu sözlerim salt bugün için söylenmiş, gönül alıcı sözler değil.
Sergiler, kataloglar için biyografimizi yazmaya başladığımız ilk
yıllardan beri benim biyografimde “Okuduğu okullarında ve Gazi Eğitim’de
sanatın günübirlik bir eğlence, bohem, özentiler içinde gelgeç bir
heves olmadığının; yaşamı sarıp sarmalayan en önemli toplumsal ve insani
değer olduğunun bilinci içinde yetiştirildi” cümlesi sık sık yer
almıştır. Bu cümlede önemli paylardan biri diğer öğretmenlerimizle
birlikte kuşkusuz Kayıhan Keskinok öğretmenimize aittir.
Bu
yazım bizim için elli yıl öncesinin kazanımlarının bir özetiydi. Ancak
Kayıhan Keskinok öğretmenimizle ilişkimiz, serüvenimiz bu yıllarda
sıkışıp kalmadı. Sanat atmosferini birlikte paylaştığımız, birlikte
yaşadığımız; Kayıhan öğretmenimizi çok seven eşim Şükran Pekmezci ile bu
elli yıl içinde onun her dakika resim, çizim, bilgi, düşünce üreten,
sergileriyle, kitaplarıyla, eksilmeyen sanat tutkusu ve her zaman
zenginleşen sanat felsefesi ile bulunduğu her ortamda öğretmeye, örnek
olmaya devam eden bir kimlik, bir idol olduğunun da tanığıyız.
Sevgili Kayıhan öğretmenimizin salt sanata ilişkin değil, bizim hayata
daha başka gözle bakmamızı sağlayan bir başka örnekle bitirmek istiyorum
bu yazıyı.
Mustafa Ayaz Müzesi’nde bir sergideydik. Kayıhan
öğretmenimiz o kalabalık içinde, her zaman takıldığı eşim Şükran’ı bana
göstererek “Bana bak” dedi. “Bu eşin yoksa hayatında, sen bir hiçsin,
bunu unutma”. “Eş” denen kavramın, insanın eşinin, yaşam paydaşının
önemini vurgulamada bizlere bambaşka bakış açıları getiren çok yönlü bir
uyarı, bir altın cümle. Beynimize çivi gibi çakılan bir söz.
Doksanıncı, doksan birinci yaş günlerini kutladığımız bu idol eğitimci, sanatçımıza nice yıllar dileğiyle.
Prof. Hasan Pekmezci
|