SEVMEK ZAMANI
Bugünü yarına taşımak istedim belki de. Üşüyen kıştan bahara
geçişin yaz rüyası gibiydi bugün. Merdivenlerden çıkarken oradaki anılarım
çıkıp geliyordu koridor derinliklerinden. Hüzün dolu şarkıların buruk
duygularıydı onlar, göz yaşlarını içinde saklayan. O anılar acı veriyordu bana,
beni dünyaya getiren canım canımdan koparak gitmişti sonsuzluğa. Asansörden indim, sordum, gösterdiler ve odaya girdim. Yatağındaydı, yatıyordu; göz göze geldiğimizde kısacık bir süre sonra
beyniyle baktığını hissettim. Beni
beklemediği bir anda ansızın karşısında görmenin şaşkınlığını da atlatmıştı.
Kısa bir süre göz göze konuştuk sessizce. Ve sonra
“Bünyamin hoş geldin,
Moldova’da bazı konularda sıkıntılar
yaşamıştık değil mi?” diye başladı konuşmaya, tam 16 yıl öncesinin
ayrıntılarını anlatıyordu ve ben de eşlik ediyordum kendisine. Görevli geldi,
sonra yemek. Bu arada dönüp dışarı bakmaya başlamıştım. Yaşlı gözlerle
Ankara’yı izliyordum. 35 yıl önce hastane odamdaki yatağımdan ben yine aynı
yerleri görüyordum. Çankaya, Dikmen
tepelerinden Ahlatlı Bel’i görüyordum. Kar
beyazı mavi gri altında uzaktaydı. Dönmedim göz yaşlarım kendisini üzmesin
diye, bir süre kaldım dondurulmuş gibi. Döndüm konuşmaya devam ettik. Yıllar
önce kendisi için yazdığım yazımdan söz etti. “Ne güzel yazmıştın” dedi. Soyut
sanattan, nerede ve ne zaman gerekeceğinden, eğitim içindeki oluşum sürecinden
söz etti. Sanki hasta değildi, sanki hastane odasında değildi de atölyedeydi ve
ders anlatıyordu sanki. Bir an neden burada diye düşündüm ama hastaydı. Her
yanı şiş ve bazı yerleri morarmıştı. Bu insan böyle olamaz, olmamalı sitemi
geçti içimden. Ülkemin erdemli, onurlu, saygın, bilge, paylaşımcı, coşkulu, yürekli,
kişilikli, bilge ve her zaman yaşından daha genç resimler yapan, geçmişin insanı
olsa da çağının da önünde çağdaş olan, ülkesini evrensel bir dünya görüşünün
insancıl paylaşımında seven. Bu insan burada ve bu şekilde olmamalı diye
düşüncelerim bir yerlere sitem olarak gidiyordu. Konuşuyorduk, hastane odasında
değil de sanki başka yerde gibiydik. Bir süre geçti.
Anılar yokuşunda zaman durmuş gibiydi. Pencereden gök yüzüne
baktım, bina yığınlarına baktım, yakında görünen spor sahasına baktım. Değişen
yapı anlayışlarında çok uzun binaların gök yüzüne uzanışını izliyordum. Ankara
değişiyordu, dünya değişiyordu, insanlar değişiyordu. Gelen gideni aratarak
değişiyordu her şey. Konuşuyorduk. “Bünyamin konuştukça kalbim zorlanmaya
başladı, biliyorsun yarın sergim açılacak ama ben olamayacağım, herkese selam
söyle ve istersen sen de git artık” dedi sevgili, değerli hocamız Kayıhan
Keskinok. Cumhuriyet çınarı Kayıhan
Keskinok.
Yürüyerek Kızılay’a gidiyordum, içimde duygular dünyanın en
insancıl boyutlarında dolaşıyordu. İnce ince yağmur yağıyordu. İnsanları
izliyordum, çığlık çığlığa giden-gelen ambulanslara bakıyordum. Kimleri taşıyorlardı.
Hangi ırk, din mezhep ve ideolojiden olursa olsun doğum ve ölüm gerçeğinde
insanlar eşit değil miydi? O ambulans ve hastanelerde aynı şekilde yer
almıyorlar mıydı? Kim kalıyordu bu dünyada, kim kimin hayatını karartmak için
çalışıyordu, bu hakkı ona kim veriyordu? Neden, neden sevgisizliklerde acılar
büyütülüyordu. Neden? İçimdeki duygular hayatın sevgi ve iyilik güzelliklerinde
dolaşıyordu. Geri dönüp baktığımda hastane uzakta kalmıştı. Gözümle değil ama
yüreğimle Kayıhan Keskinok hocamızı görüyordum. Aslında içimde götürüyordum
kendisini orada bırakmaya gönlüm razı değildi. Sevmek ne güzel ve bütün
zamanlar sevmek zamanı olmalı diye düşünürken, olamadığını da sorguluyordum.
Kayıhan Keskinok hocamızın 92 yıllık zamanı hep sevmek zamanıydı. Parktaydım.
Güvercinler kur yapıyorlardı yemlerini yerken. Onlar için de sevmek zamanıydı.
Rüyalarda, hayallerde bile güzel değil miydi sevmek ve sevmek zamanı…
Bünyamin BALAMİR
25
Ocak 2015
|